Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) 2015 genel seçimlerinde uygulayacağı seçim stratejisi belirginleşmeye başladı. Seçim çalışmalarının merkezinde ekonominin olacağı açıklandı: Ailelere para, çiftçilere ucuz mazot, emeklilere çeşitli parasal iyileştirmeler, asgari ücretlilere artış, hatta kredi kardı borçlarının kısmen silinmesi vaatler arasında.
İlk bakışta çok parlak bir hamleymiş gibi görünüyor, malum dövizin yükselişi ve ülkenin çok ciddi bir ekonomik krizin eşiğine gelmesi elbette ki ekonomiyi öne çıkaracaktır. Hatta şimdiden de çıkarmaktadır. Ancak Türkiye’de “temel” mesele ekonomiden çok hukuk devletinin iflası ve toplumun tarihinde görülmediği ölçüde kutuplaşmasıdır.
Şu an ülkenin temel meselesi ekonominin gidişatından çok minimum düzeyde bile olsa ortak duygular ve amaçlar etrafında birleşen bir “toplum” olgusunun yokoluşudur. Türkiye’de birbirinden artık neredeyse dünyaya taban tabana zıt bakan farklı “toplumlardan” söz etmek abartı olmasa gerek.
Herşeyden önce bu yeni CHP stratejisi yöntemsel olarak sorunludur, çünkü hayata karşı son derece mekanik bir bakış açısıyla kurgulanmış. Anlaşıldığı kadarıyla şöyle bir akıl yürütülmüş: ülke nüfusunun şu kadarını emekliler, şu kadarını asgari ücretliler, şu kadarını öğrenciler, şu kadarını çiftçiler oluşturuyor.
Dolayısıyla bunlara şunu şunu verirsek bize teveccüh gösterirler. Bu yanılsama parçaların toplamından bir “bütün” elde edileceğine dair saf bir “inanca” dayanıyor. İnsanlar resmin bütününe bakmaya daha hevesliler oysa. Siyasal, kültürel ve de psikolojik açılardan da hayata bakıyorlar ayrıca. Bütünün tılsımından etkileniyorlar.
Kaldı ki parçaların toplamının her zaman bütünü oluşturduğunu farz etmek de çok yanlış bir bakış açısı. “Bütün” bazen parçaların toplamından çok daha fazlasını oluşturabiliyor, bazen de çok altında kalabiliyor.
Ekmeleddin İhsanoğlu deneyimi bu altında kalmaya dünya tarihinde manidar bir örnek. O zaman da böyle hesaplanmıştı zaten: CHP oyları, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) oyları, azıcık İhsanoğlu’nun İslamcılığının cazibesine takılacak olan mütedeyyin kitle vs vs.
Basit bir mekanik indirgemecilik!
O yüzden de İhsanoğlu MHP’lilerle konuşurken başka söyler, diğerleriyle konuşurken (tabii eğer cümleleri doğru kurabilmişse, malum Türkçesi bozuk bir Cumhurbaşkanı adayıydı) başka söylerdi.
Ortada “organik” bir aday yoktu aslında, sahicilikten uzak, toplumun çoğunluğundaki “elitizme” karşı alerjiyi zaman zaman tetikleyebilen, popülerlikten uzak bir aday imajı söz konusuydu. Sonuç da ağır hezimet oldu, “bütün” parçaların toplamının dahi gerisinde kaldı!
“Organik” ve sahici bir bütünsel atılım CHP’den ne kadar beklenebilir? Zor. Eskiden olduğu gibi parçaların bu mekanik toplamına duyulan inanç ağır basacaktır. Örneğin yıllardır partinin içindeki bir takım “ırkçı, şövenist tiplerin desteği de kaybolmasın” kaygısıyla her zamanki gibi ne şiş, ne kebap denilecektir ama ortaya çıkan kebap lezzetten yoksun olduğu için de cazibesi olmayacaktır.
Benzer mekanik bakış açısını CHP’nin “sağa açılma” merakında da gözlemlemek olası. “Biraz o taraftan, biraz bu taraftan toplarsak” anlayışı! Oysa siyasette marifet bir taraflara açılmak değil, insanların “size açılmasıdır” olsa olsa! Bu da ancak mekanik olmayan yeni bir hikaye yazabilmekle mümkün.
Kaldı ki pratikte de “ağırlıklı ekonomik” strateji sorunlu. Adalet ve kalkınma Partisi (AKP) daha geçen gün engelli vatandaşlara iş kurmaları durumunda 36 bin liralık hibe verileceğini açıkladı. Yani iş CHP’nin kurguladığı tarzda ekonomik cazibe önerilerine geldiğinde hükümetin elindeki koz daha fazla, belediyecilikten geldikleri için bu konuda yetenekliler.
2011 seçimlerinden önce CHP emeklilere önemli bir artış vaadinde bulunmuştu ama Erdoğan’ın AKP’si son dakikada emeklilere gayet de “yakışıklı” bir artış sağlayıverince o kadar emek, zaman, enerji CHP açısından boşa gidivermişti.
Öte yandan CHP stratejisinin “zamanın ruhu” ile ne ölçüde diyalog içinde olduğu da kuşku götürür. CHP önde gelenlerinin siyaset felsefesini belirleyen yıllar 1970’ler ve 1980’ler. Her iki dönem de hem dünyada, hem Türkiye’de iktisadi ve sınıfsal mücadelelerin merkezde olduğu yıllar.
Soğuk Savaş’ın çift kutuplu dünyasında kapitalizmin sorgulandığı, gelir dağılımı, gelişme kalkınma stratejileri gibi temaların merkezde olduğu meseleler ekseninde hayatın yaşandığı yıllar. Elbette ekonomik meseleler her zaman çok önemli, ama bazen en ikinci konuma düşebiliyor. Bu da çok doğal.
Örneğin bugünkü Türkiye’ye bakıldığında siyaset için asıl merkezi fay hattı ekonominin ne yapılacağından kat be kat önemli olarak bütün bir ülkeyi batırmanın eşiğine getirmiş devasa bir kutuplaşma ile nasıl başedileceğidir.Geminin içindeki ekonominin nasıl düzenleneceğinden çok geminin batmasının nasıl engelleneceği üzerine “birleştirici” bir söylem ve pratikler bütününün sergilendiği yeni bir hikaye gerekiyor.
Türkiye en az iki kutuba ayrılmış, aralarında geçişkenliği sağlayacak “arabulucu” (adına ne derseniz deyin) insanların giderek yokolduğu, artık hiçbir şekilde “organik” bir bütünlük arzetmeyen bir ülke. Bu anlamda aslında Milli Mücadele yıllarından beri görmediği bir “varoluşsal” kriz içinde. Toplumsal dokusu çözülüş süreci yaşıyor.
Sağduyulu birçok yazarın “iç savaş” bile mümkün dediği bir ülkede “varoluşsal” bu krize bir şekilde müdahalede bulunmayıp “cebinizdeki parayı artıracağım” diyen mesaja fazla ilgi gelebileceğini düşünmek pek gerçekçi değil. Eğer önümüzdeki süreçte ekonomik krizin yönetilememesi durumu ortaya çıkarsa iktidar partisinden bir uzaklaşma belki mümkün olacaktır ama bunu sağlayan CHP’nin önerdiği iktisat politikaları olmayacaktır.
“Yüzde 50'yi evinde zor tutuyoruz” diyen bir kutuplaştırıcı siyaset ustasının karşısında bunu aşabilecek, ülkede “empati” duygusunu geliştirebilecek bir söylem, bir yol, yordam bulmak gerekiyor. Gezi öncesinde Türkiye’nin “bir numaralı” sorunu Kürt meselesi idi (ve kaldı ki CHP o zaman da bu “bir numaralı” meseleye ilişkin pek birşey söylemezdi, 1990’ların başlarında yazıp çizdikleri birkaç metni gösterirlerdi) şimdi ise “bir numaralı” sorun bir ülkeyi ülke yapan ahlaka, yaşam biçimine ve minimum ortak değerlere, velhasılı hayatın kendisine dair en asgari ortaklıkların yokolmuş olması.
Buna benzer bir tespiti kanımca Selahattin Demirtaş ve Aysel Tuğluk gibi az sayıda insan dışında genel olarak Halkların Demokratik Partililerin (HDP) de yaptığını söylemek zor. Onlar hala “bir numaralı” meselenin Kürt meselesi olduğunu düşünüyorlar, ki Gezi öncesine kadar da öyleydi aslında, ama işte dünya dönüyor, sosyal ve siyasal hayat farklı meseleleri öne çıkararak evrimleşiyor.
AKP’nin neyi temsil ettiği ve Türkiye’ye nasıl bir gelecek getireceğine dair gerçekçi bir değerlendirme olmadan Kürtlerin anlamlı ve kalıcı bir barışa ulaşabilmeleri ne derece mümkün? Çünkü çözüm sürecinin anlamlı olabilmesi için öncelikle Türkiye diye bir ülkenin “varolabilmesi” gerekmiyor mu?
“Zamanın ruhunu” dikkate almayan tercihlere bir güzel örnek de Sarıgül’ün İstanbul belediye başkanı adaylığı. Gezi yaşanmamış olsaydı Sarıgül’ün adaylığı belki doğru bir tercih olurdu. Belediyecilikten siyasete gelmişlerin karşısına bir belediyeci çıkarmak. Olabilirdi. Ama Gezi ve 17 Aralık sonrasında bu tercih zamanın ruhuna taban tabana zıttı.
Basında hakkında şaibeler dolaşan, adı kentsel rantlarla ilişkilendirilebilecek, seküler cenahta bile çoğu insanın ağır tereddütleri olan yine belediye geleneğinden gelen bir kişi için “basıp geçin” diye buyurmak, özellikle de Gezi’nin değiştirdiği bir siyasal iklimde, zamanın ruhuyla fena halde çelişiyordu.
Dünyada ve Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin seçmen davranışını giderek daha fazla belirleyebilmesi hiç kuşkusuz imkan dahilinde olmakla beraber insanın da sadece ekonomi merkezli bir canlı olmadığını hep hatırlamakta fayda var. “Normal” bir siyasal toplumsal hayata sahip ülkeler için ekonominin merkeziliği genel bir kural olabilirse de Türkiye gibi hukuksal sistemi çökmüş, medyası pespayeleşmiş, son derece sorunlu bir coğrafyada yaşayan bir ülke için ikincil konuma düşebilir.
Üstelik psikolojik gerilimlerin alabildiğine sosyal dokuya sinmiş olduğu bir ülke son yıllarda Türkiye. Gezi olaylarında gerçeklikle alakası kuşkulu, zorlama ekonomik açıklamalar, sınıfsal analizler yapılmıştı ama aslında işin sosyal psikoloji boyutu birincil önem arzediyordu.
Bazıları kendi kafalarındaki modelleri gerçekliğin üzerine giydirmişlerdi. Belirli tarihsel konjüktürlerdeki “varoluşsal” kaygıların ekonomik çıkarların çok önüne geçebileceği üzerine asıl kafa yorma anındayız. Ekonomik boyut genel olarak çok önemli olmakla birlikte insanların psikolojilerine seslenemeyen siyasal hareketlerin başarılı olması çok zor.
Geçen gün CHP’den gelen “Demokrasi, medya özgürlüğü entelektüellerin ilgi alanında, vatandaşın ilgisini çekmiyor” sözü de bu bağlamda ele alınmalı: Oysa medya özgürlüğü sosyal medyayı da kapsıyor ve milyonlarca insanın ilgisini pekala çekiyor.
Özellikle de yeni bir kuşak var Türkiye’de ve bu kuşak aynı zamanda Gezi direnişinin de baş aktörü. CHP de, HDP de bu kuşağı sahici bir analize tabi tutup, onlardaki enerjiyi kullan(a)madı.
Oysa bugün ilk kez dünya tarihinde bilginin yönü gençlerden yaşlılara doğru akmaya başladı. O yüzden özgün bir durumla karşı karşıyayız.
Üstelik bu yeni kuşak kentli ve bir ya da iki çoçuklu ailelerin evlatları. Bir başka deyişle ebeveynleri gözünde çok değerliler. Siyasetçiler eğer bu kuşağı “yakalayabilmiş” olsalardı ebeveynlerini de “yakalamış” olacaklardı.
Vizyonları geçmişin analiz araçlarıyla sınırlı eski siyasetin böylesi bir açılımı yaratabilmesi kolay görünmüyor.
Siyaset bir şaşırtma sanatı. CHP, örneğin, “bütün milletvekillerimizin yarısı kadın olacak” gibi şaşırtıcı ama etkili olabilecek bir çıkışı hayata geçirseydi zamanın ruhunu bir yerinden yakalayabilirdi.
Üstelik AKP’nin en yumuşak karnı, malum, kadınlar. İslamcı muhafazakarlığın kadınların özgürleşmelerine verebileceği hemen hemen hiçbir şey yok, ama onlardan alıp götürebileceği çok şey var.
“Kürtaj cinayettir” denildiğinde AKP’ye oy vermiş kadınların bile çoğunluğunun buna karşı çıktığını hatırlamak lazım. CHP aslında kadınlara ilişkin meselelerde en rahat olabilecek parti iken, bu konuda daha güçlü çıkışlar yapmakta ciddi biçimde geçikiyor, bu konuda bayrağı çoktan HDP’ye kaptırmış gibi görünüyor.
CHP kendisine sürekli “mecburiyetten” oy atan milyonların partisi olmaktan çık(a)madığı ve zamanın ruhunun peşinden gidemediği sürece muhtemelen sandıkta başarısız sonuçlar almaya devam edecek. (MAK/BA)
* Dr. M. Asım Karaömerlioğlu, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü öğretim üyesi.